15 Eylül 2018 Cumartesi

ANAYASA MAHKEMESİ’NİN SON AYASOFYA KARARI



Geçtiğimiz günlerde Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği tarafından, Ayasofya’nın ibadete açılması için, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru kabul edilemez bulunmuştur. Derneğin bu talebi din ve vicdan hürriyetinin ihlal edildiği iddiasına dayanmaktadır. Biz burada Ayasofya’nın hukuki durumunu veya talebin haklılığını incelemeyecek, bu talep Anayasa Mahkemesi tarafından, neden kabul edilemez bulunmuştur, buna bakacağız.


İlgili dernek, Anayasa Mahkemesi’ne gelene kadar, 2004 yılında Başbakanlığa, Ayasofya’da ibadet yapılması için yeni bir düzenleme yapılmasını istemiştir. Ancak dönemin Başbakanlık yetkilileri tarafından, bu başvuruya yanıt dahi verilmemiştir. Bunun üzerine dernek, 2005 yılında Bakanlar Kurulu'nun Ayasofya'nın müze yapılmasına dair kararının iptali için Danıştay'da dava açtı. Danıştay 10. Dairesi, derneğinin iptal talebini reddetti. Dernek bu karara karşı karar düzeltme başvurusunda bulundu. Ancak Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulun’da başvurunun reddine karar verildi. Dernek son olarak 2015 yılında Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. Bu başvuru da geçtiğimiz günlerde, kişi bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.

Bir bireysel başvurunun, Mahkeme’de derinlemesine araştırma ve incelemeye tabi tutulabilmesi için, başvurunun kabul edilebilirlik inceleme sürecini geçmesi gerekmektedir. Kabul edilebilirlik incelemesi süreci, başvuruların esas inceleme aşaması öncesinde yalnızca bu yönüyle,  alabildiğince süratle inceleyip değerlendirmek ve kabul edilebilirlik kriterlerini karşılamayanların daha sürecin başında ayıklamak üzere yapılandırılmış özel mekanizmayı ifade etmektedir.[1]

Bu süreçte ilk olarak idari inceleme süreci olan Bireysel Başvuru Bürosu’nun yaptığı inceleme gelir. Burada evraklar ve başvurunun şekil şartları incelenir, varsa eksiklerin tamamlanması için başvurana süre verilir. Bu süreçten sonra komisyon veya bölümlerce yapılan kabul edilebilirlik incelemesi gelir. Kabul edilebilirlik incelemesinde, başvuru mükerrer olup olmadığı, kişi, yer, zaman ve konu itibarıyla mahkemenin yetkisine girip girmediği, başvuru yollarının tüketilip tüketilmediği ve başvurunun açıkça dayanaksız olup olmadığı, başvurunun hakkın kötüye kullanımını teşkil edip etmediği, önemli bir zararın bulunup bulunmadığı ve başvurunun anayasal açıdan öneminin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekmektedir.

Başvurunun esastan incelemesine geçilmeden önce, ön koşul olan kabul edilebilirlik kriterleri, Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45., 46., 47. maddelerinde ve 48. maddenin (2) numaralı fıkrasında düzenlenmiştir.

İşte başvurunun kişi bakımından yetkisizlik nedeniyle kabul edilemez buluşu bu kanunun 46. maddesine dayanmaktadır. Bu maddenin ikinci fıkrasına göre:  “Kamu tüzel kişileri bireysel başvuru yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir.”

Bu madde açısından yapılan kabul edilebilirlik incelemesinden anlaşılacağı üzere, dernek bir tüzel kişiliktir. Bir derneğin, Ayasofya’da din ve vicdan hürriyetinin ihlal edilmesi mümkün değildir. Yani bu derneğin, tüzel kişiliğine ait herhangi bir hakkı ihlal edilmemiştir. Böylece Mahkeme de kişi bakımından yetkisizlik nedeniyle, başvurunun içeriğine dahi girmeden kabul edilemez bulmuştur.

Yapılan bireysel başvurudaki konunun ehemmiyetinin, başvuruyu yapanlar tarafından anlaşılmadığı kanaatindeyim. Başvurunun bir dernek ismi üzerinden yapılması yerine, bu hakkı ihlal edilen diğer gerçek kişiler tarafından yapılması halinde, bu kriter kolayca yerine getirilecekti. Ancak ne hikmettir ki, bu vesile ile derneğin ismi tüm ülkede duyulmuş oldu. Anayasa Mahkemesi’nin hukuktan uzak, yanlış bir karar verdiğini düşünenler, öncelikle başvuruyu yapanın nasıl ve ne şekilde, hangi amaçlar ile yaptığını araştırmaları lazımdır.

İkinci bir husus, Ayasofya’nın ibadete açılmasının bürokratik olarak çokta bir zahmeti yoktur. Ancak, ne zaman ve hangi siyasi kaygılar ile açılacağı yahut kapalı tutulduğunu biz bilemeyiz. Tıpkı, 2004 yılında Başbakanlığın bu başvuruları dikkate dahi almayıp, şimdi aynı iktidar sahiplerinin Ayasofya edebiyatını herkesten daha güzel yapmasını bir türlü anlayamadığımız gibi. Diplomatik kaygılar konusunda ise sözlerinizi icraata dökmenin bir fırsatıdır. Buyrunuz, yapınız.

Şakir EKİNCİ






[1] Hüseyin EKİNCİ, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuruda Kabul Edilebilirlik Kriterleri ve İnceleme Yöntemi

5 Ağustos 2018 Pazar

AVUKAT

Avukatlık ülkemizde en yanlış bilinen ve en yanlış anlaşılan mesleklerden biri...
O kadar ki kimi avukatlar bile kendi mesleğinin mahiyetine akıl erdirmekte acze düşüyor. Vaktiyle evine kiracı olduğum bir avukat benden bahsederken şöyle söylüyordu: “O avukat olamaz, çünkü avukatlık çenebazlık demektir, avukatlık yalan söylemek demektir.”

Hayretler içinde kaldım.

Geçtiğimiz günlerde medyada bir haber yayınlandı. Bir hanım avukatın: “Kadına şiddet davasının sanığını savunamam” diyerek görevinden ayrıldığı: “Tecavüz davasında sanığın kadın avukatı dayanamadı...” yorumuyla duyuruluyordu.
Bir internet sitesindeki şu yoruma bakınız (virgülüne dokunmadan): “avukat savunan bir şahıstır. suçluyu da savunur suçsuzu da... suçlu olup olmadığını bilmediği bir insanı bile savunabilir. maaşlı çalışıyordur, çalıştığı şirket hileyle düzenbazlıkla uğraşıyordur, onu bile savunur. bu bağlamda avukat insani duygularını ortadan kaldırabilen tam bir görev insanıdır. en acayip mesleklerden biridir avukatlık ve avukat asla güvenilmemesi gereken bir insandır nazarımda. (cyrano rumuzuyla yazan biri, Ekşi Sözlük).

Oysa Avukatlık Kanunu’nda bu meslek şöyle tanımlanıyor: “Madde 1 - Avukatlık, kamu hizmeti ve serbest bir meslektir.” Ve devamında: “Avukat, yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder”.

Ve avukatlığın amacı... Bu amaç aynı yasada şöyle dermeyan ediliyor: “Madde 2 - Avukatlığın amacı; hukuki münasebetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını, her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır. / Avukat bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder.”

Olay gayet vazıh: avukatlık bir kamu hizmetidir, biiir. Yargının kurucu unsurlarından biridir, ikiii. Öteki unsurlar: iddia (yani savcılık makamı) ve hüküm (yani yargıçlık) unsurları... Avukatlık yargının savunma unsurudur...

Avukat adaletin ve hakkaniyetin uygun olarak çözümlenmesine yardımcı olur.
Burada en önemli husus şudur: avukat adaletin tecellisini sağlamakla görevlidir. O, suçu savunmuyor. Suçun konusu her ne olursa olsun, o, suç işleyen kişiyi savunuyor. Çünkü onun da savunulmaya ve adaletin tecellisine ihtiyacı var... Kişinin savunulması, onun işlediği suçu savunma anlamını tazammun etmez.

“Kadına şiddet davasının sanığını savunamam” diyen avukatın yanıldığı nokta tam da buradadır. Avukat şiddet olayını savunmayacak, bu olayın failini savunacak ve adalet nezdinde hakkaniyetin tecellisine yardımcı olacak.

Son zamanlar bazı avukatların bazı davaları üstlenmekten kaçındığını, bazı savcıların bazı suç konularında sanığın beraatını talep etmesi gerektiği halde bundan kaçındığını, dahası bazı yargıçların bazı davalarda sanığı beraat ettirmesi gerekirken kaçındığını, dolayısıyla davaların sürüncemede bırakıldığını görüyoruz. Yargının bu üç temel unsurunun kendi asli görevini yerine getirmekten kaçındığı bir durumda adaletin tecellisi için müracaat edecek başka bir yer kalmıyor. Mesleğin mahiyetini bilmeden onun hakkında ipe sapa gelmez biçimde oluşturulan önyargılar yok hükmündedir.

Adaletin her bir unsurunun kendi misyonunun bilincine uygun bir tutum içinde davranması beklenir. Görevini yerine getirmekten kaçınan veya korkan birinin o göreve layık olmadığını ve o görevden ayrılması gerektiğini düşünüyoruz.

Rasim ÖZDENÖREN
Kaynak: https://www.yenisafak.com/yazarlar/rasimozdenoren/avukat-2045040


2 Ağustos 2018 Perşembe

ROMA'DA KADIN



Roma Hukuku günümüzde kıta Avrupa’sında yürürlükte olan birçok özel hukuk sistemine ve bunların ana kurallarının büyük bir kısmına kaynak olmuştur[1]. Dolayısıyla ülkemizin de hukuk sisteminin temelleri Roma Hukuku’na dayanır. Kuruluşumuzda birçok Avrupa ülkesinden uyarladığımız/kopyaladığımız kanunların dayanak noktaları da yine Roma Hukuku’dur.

Güncel hukukumuzda kişi kavramı, her insan için kullanılmaktadır. Ancak Roma toplumunda bu kavram oldukça sınırlı kullanılmaktaydı. Roma’da kişi sayılabilmek üç şarta bağlanmıştır:

1-     Hür olmak
2-      Roma vatandaşı olmak
3-      Baba hâkimiyeti altında bulunmamak

Yukarıdaki şartlar göz önüne alındığında kölelerin, roma vatandaşı olmayanların ve aile içinde kız, erkek evlat ya da evli olan kadınların kişiliklerinden söz edilmemektedir.

Özelde kadınların hukuki durumunu incelemeden önce, Roma’da aile yapısına bakmakta fayda var. Burada aile söz konusu olduğunda kastedilen dar anlamda ailedir. Bu aile, aile babası[2] ve egemenliğindeki[3] kişilerden oluşmaktadır. Ailenin bağları kan hısımlığına dayanmaktadır.[4] Ancak bu kan hısımlığı yalnızca aile babasının dölüne dayanır. Çünkü kadınların aile reisliği yapma şansları bulunmamaktadır. Bu durum, çeşitli sakıncaları beraberinde getirmiştir. Kadın ile kan hısımlığı kurulamaması sonucu evlenme, mamelek ve miras gibi hukuki kurumlarda oldukça fazla sorun doğmuştur. Bu nedenle, daha sonra Praetor ismi verilen kişilerce eklemeler yapılarak bu sorun çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır.

Kadınlar baba egemenliği altında oldukları süreçte erkek evlatlardan herhangi bir farkları bulunmamaktadır. Aile reisi öldükten sonra yani baba egemenliği sona erdiğinde erkek evlatlar aile reisi unvanı almalarına rağmen kadınlar sınırlı bir kişilik kazanırlar ve aile reisi olamazlar.

Kadının baba egemenliğinden çıkmasının bir başka şekli ise evliliktir. Bu durumda kendi babasının egemenliğinden çıkarken bir başka babanın egemenliğine girdiği kabul edilir. Evlilikte bu duruma manus denmektedir. Bu durumda kadın, kendi dininden vazgeçip yeni aile reisinin dinine girmek zorundadır; Kadının malvarlığı ve şahsı ile beraber tamamı kocasına ait olur. Manus altındaki kadının ayrıca bir malvarlığına sahip olması mümkün değildir. Roma’da aile reisi, evlatlarını satabilmekteydi, ancak kadınını satamazdı. Yine dolaylı aktarımlara göre, aile reisinin yetkileri arasında, kız ya da erkek, doğan çocuk üzerinde yaşam ve ölüm hakkı vardı, yani hukuken hiçbir ceza almaksızın, bir baba çocuğunu sokağa bırakabilir, satabilir, hapsedebilir, rehin verebilir, hatta öldürebilirdi. Yine bu durumun oluşturmaya başladığı sorunlar Cumhuriyet devrinde aza indirilmek istenmiştir. Eski çağlarda yaygın bir inanış olan, ilk doğan kız çocuğunun öldürülmesi inanışının Roma’da sıkça rastlandığı araştırmacılar tarafından ileri sürülmektedir[5]. Bunun tersini söyleyen diğer araştırmacılar ilk doğan çocuğun eğitildiği, diğerlerin öldürüldüğüne rastlandığını da söylüyorlar.

Roma’da kadın evlilik yaparken dos adı verilen bir malvarlığını kocaya vermek durumundaydı. Bu durumu hukuk tarihçileri, kadının aile birliğinin giderlerinden sorumlu olmaması nedeniyle hukukçuların böyle bir kurum oluşturduğu, şeklinde açıklamaktadırlar[6]. Bunu bizim bildiğimiz bir kavram olan mehire benzetebilirsiniz. Ancak dos hem kadın tarafından verilmesiyle hem de mehir ile hukuki amacının tamamen ayrışmasıyla, oldukça farklı bir kurumdur.

Roma Hukuku’na göre, kocasının egemenliği altına giren kadın hak ve fiil ehliyetini kaybederdi. Aile içinde ise, kocadan sonra ailedeki en önemli şahsiyet anne idi. Kadın kocasının yüklerini, daha genel bir ifadeyle, hayatını paylaşırdı. Kadın (anne) kocası ile beraber, hemen hemen aynı yetkilere sahip olarak, evin yönetimine katılırdı. Ev işlerinin yöneticisi kadındı. Ev halkının beslenmesi için gerekli olanları belirlemek, köleleri denetlemek, malları kaydetmek, sürgüleri kontrol etmek, yün işleriyle uğraşmak kadının ev içerisinde üstlendiği yükümlülüklerden bazılarına örnek olarak verilebilir[7]

Boşanmada ise manuslu evlilikte erkek, hiçbir sebep göstermeksizin boşanabilirdi. Kadının böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Kadının sadece kendi vasileri boşanmasını isteyebilirdi. Manussuz evlilikte, erkek kadını zina sebebi ile kadın ise erkeği iktidarsızlığı nedeni ile boşayabilmekteydi.

Buraya kadar çok kısa ve genel ifadeler ile Roma Hukuku’nda kadının yerini, evlilikteki durumunu inceledik. Daha ayrıntılı bilgi için dipnotlarda geçen kaynaklara başvurulabilir. Geri kalan kısımda toplumsal alanda kadın ve kadın haklarını kısaca irdeleyelim:

Roma’da kadınların kanun koyucu veya yazar olmaları mümkün değildi. Az sayıda kadın filozof dışında da yazım ve yasama faaliyetlerinde bulunabilen olmamıştır. Kanun önünde vatandaş olabilmelerine rağmen erkekler ile eşit haklara sahip olmadıkları görülmektedir.

Kadın haklarındaki sınırlılık kadının daha doğumundan itibaren başlamaktaydı. İstenmeyen çocuklar için, süt sütunu adı verilen yerler bulunmakta ve bu çocuklar oralara terk edilebilmekteydi. Terk edilen çocukların büyük çoğunluğunu kız çocukları oluşturmaktadır.

Roma’nın soylu üst sınıfındaki kadınların sınırlı bir şekilde erkeklere tanınan bazı haklardan yararlandığı görülmüştür. Gerek eğitimleri, gerekse yaşam tarzları olarak soylu sınıf daha özgür hareket etmekteydi. Ancak diğer kadınların böyle imkânlardan yararlanmaları mümkün değildi[8]
Roma Hukuku kadını bir sınıf olarak görmese de,  kamusal alanda kanunların ortaya koyduğu durumdan dolayı fiili bir kadın sınıfı statüsü oluştuğu açıktır.

Kadınların cezalandırılması ve gerekçeleri de oldukça ağırdır. Klasik dönemde kadınlar içki içtiği ve zina yaptıkları için öldürülebilecekleri belirtilmiştir.

Roma’da, şan, şeref, ahlak ve namus gibi kavramlar oldukça önemli olmasına rağmen bunların sadece teoride kaldığı görülmüştür. Bu durum bazı edebiyatçıların hicivlerine de yansımıştır. Filozof Seneca, dönemin kadınlarını anlattığı şiirinde şu ifadeye yer vermektedir: Kadınlar, yılları consul’lerin isimleriyle değil, kocalarının isimleriyle saymaktadır”; yine şair İuvenalis “skoru gittikçe yükseliyor, beş kış içinde sekiz kocası oldu. Mezar taşına marifetmiş gibi bunu da yazdırır” sözleriyle hicvetmiştir.[9]

Şakir EKİNCİ
02.08.2018





[1] ÇELEBİCAN, Özcan Karadeniz: Roma Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara 2014
[2] Aile babası kavramı, hukukta Latince Pater Familias olarak ifade edilir.
[3] Aile babası egemenliği, Patria Potestas olarak ifade edilmektedir. Daha iyi anlaşılması açısından aile reisi kavramına benzetilmektedir.
[4] Kan hısımlığına, Agnatio ismi verilir.
[5] HARRIS, 1994: 1-11; bununla beraber ENGELS, 1980
[6] Bkz. ERİŞGİN, Özlem: İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 4 Sayı:2 Yıl 2013, Roma Toplumunda Kadının Konumu
[7] ERİŞGİN, A.g.e sayfa 7.
[8] ERDEMİR, Hatice: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi 2016/1 Sayı:63 İstanbul/2016, Roma Vatandaş Hukukunun Konusu Olarak Kadın
[9] A.g.e ERİŞGİN.

18 Temmuz 2018 Çarşamba

MAHKEMELERDE AYASOFYA


Ayasofya’nın gerek hakiki durumunu açıklamak için, gerekse hukuki olarak müzeye çevrilmesinin bir dayanağının olmadığını göstermek üzere birçok dava açılmıştır. Bu davalardan bir kaçını incelemek gerekirse: başta Osman Yüksel Serdengeçti olmak üzere İsmail Kandemir ve Hasan Başar’ın hukuk mücadeleleri bizlere örnek niteliğindedir.

Serdengeçti Dergisi’nin 17. sayısında, Osman Yüksel tarafından Ayasofya başlığı altında heyecanlı bir yazı[1] neşredilir. O zamanlarda bu yazı Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde çıkan gazete ve mecmua tarafından basılmış, adeta bir mesele haline getirilmiştir. Bu yüzden Osman Yüksel, savcılık tarafından takibata uğrar ve yazı hakkında hazırlanan dosya askeri mahkemeye taşınır. Savcılığın dayanak noktası ise Türk Ceza Yasası’nın en çok tartışılan maddelerinden olan 161. ve 163. maddeleridir. Bu maddeler, cumhuriyetin ilk yıllarında görev yapan İstiklal Mahkemeleri’nden mirastır. Mütedeyyin kesim için adeta bir giyotin gibi işlemiş ve aynı giyotin Osman Yüksel için de bileylenmiştir.

Askeri mahkemenin görevsizlik kararı vermesinden sonra dosya Ankara Sorgu Hâkimliği’ne intikal eder. Burada ilk tahkikatların yapılmasının ardından, bilirkişi raporu lüzum görülmesi üzerine Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu raporu hazırlamak üzere görevlendirilir. “Ayasofya” başlıklı yazının milli menfaatlere zarar verecek mahiyette olup olmadığını incelemek üzere bilirkişi seçilen profesör raporunda: Bu yazının eski Ayasofya Kilisesi’nin cami yapıldıktan sonra çıkarılıp müze yapılmasından duyulan şiddetli bir heyecanın etkisi ile yazıldığını, sanat ve estetik yönden ise önemli bir değer ifade ettiğini, aynı zamanda savcılığın iddiasının aksine mütedeyyinleri mutaassıp hale getirecek ve kışkırtacak bir niteliğininde bulunmadığını ifade etmiştir.

Gerçekten de bu yazının, hür bir insanın tamamen dini düşüncelerle kaleme aldığı ve sosyal düzene karşı herhangi bir tehdit oluşturmadığı açıktır.

Bilirkişinin raporu üzerine savcılık makamı verdiği beyanda, bilirkişinin şahsi kanaatlerinin karşısında olduğunu belirterek Türk Ceza Yasası’nın 161. Maddesi gereğince Osman Yüksel’in milli menfaatlere zarar verdiğini ifade etmiş ve bu zararın bilirkişi tarafından karar verilemeyeceğini, bizzat mahkeme tarafından zararın tespitinin mümkün olacağını öne sürmüştür.

Osman Yüksel buna cevap olarak savunmasında: “Ayasofya’nın açılmasını istemek benim ne çıkarımadır? Ayasofya’yı kiraya mı vereceğim? Yoksa cami haline getirdikten sonra imam mı olacağım? Bu kadar hissi, bu kadar ulvi maksatlarla kaleme alınan milli vicdanın tam bir tezahürü olan bu yazıya, hususi karanlık maksatlar izafe etmek en hafif tabiri ile insafsızlık olur“ diyerek mahkemede ders niteliğinde bir savunma ortaya koymuştur.

Ancak Sorgu Hâkimliği son tahkikatın yapılması yönünde karar verip dosyayı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi.

Normal olarak, dava burada daha da çetinleşmiştir. Adeta bir hukuk savaşına dönen bu durum Osman Yüksel’in haklı mücadelesi sayesinde lehe sonuç verecektir.
Avukatlardan Emin Akyüz ve Arif Emre mahkemede çok iyi bir savunma yaparlar. Avukatlar mahkeme önünde, hem söz konusu yazının masumluğunu savunurlar hem de Ayasofya’nın davasını apaçık bir şekilde gösterirler. Burada özellikle Av. Emin Akyüz’ün savunmasına dikkat çekmemiz lazım. Bu durum Osmanlı’dan kalan ve birçoğu 1935’te Vakıflar Kanunu ile tasfiye edilen çok sayıda vakfı ilgilendiriyor. Emin Akyüz, vakıflar hukukunun belki de en temel ilkesini belirterek Ayasofya’nın hakiki ve hukuki durumunu ortaya koyuyor: “Vakfın hali aslisi tebdil olunamaz” diyor ve ekliyor “hem yeni hem eski vakıf hukukumuzda bir cami vakfiyesi tamam olduktan sonra asli hali değiştirilemez ve bozulamaz.”[2] Ayasofya’da, tam da bu olmuştu. Fatih’in bizzat vakfettiği mülke tecavüz edilmişti.

Maznun Osman Yüksel’in vekilleri tarafından yapılan müdafaalardan sonra, mahkeme heyeti ittifak halinde maznunun beraatına karar vermiştir.

Bir diğer davasının adamı ise Hasan Başar.
Hasan Başar 50 yaşında ve Zonguldak’ta kamu görevlisi. Sadece Ayasofya ile de ilgilenmeyen bu insan, tüm yolsuzluklara ve haksızlıklara karşı hukuk savaşı vermektedir. 2012 yılının Eylül ayında Ayasofya’nın camiden müzeye çevrilmesine ilişkin 1934 yılına ait sözde bakanlar kurulu kararının iptali konusunda Danıştay’da dava açtı.[3] Bu dava görülmeye devam etmektedir. Dava açmadan önce 2009 yılında ilgili bakanlar kurulu kararının iptali isteğiyle başbakanlığa dilekçe yazar. Ancak ilgili tüzel kişiliğin temsilci sıfatıyla dönemin başbakanı tarafından bu dilekçenin reddi sebebiyle hukuk mücadelesine başlar.

Ayasofya’nın, tekrar gerçek hüviyetine kavuşturulması için açtığı davanın gerekçeleri ise bir hayli sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. Kararnamenin resmi gazetede yayımlanmadığı ve kararnamenin aslının da muhafaza edilmediğini kaynaklı bir şekilde öne sürmüştür. Yine kararname Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’a göre tarihinin 24 Kasım olduğunu ancak soyadı kanununun 27 Kasım’da yürürlüğe girdiğini ve Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının soy ismiyle beraber orada bulunmasının mümkün olamayacağından Soyadı Kanunu’na göre hukuki olarak geçersiz kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir.[4]
Ayrıca bu durumun eski-yeni vakıflar hukukumuza aykırı olacağını belirtmiştir.[5]
Bu konu milletlerarası hukuk yönünden incelendiğinde ise UNESCO’nun kararında cami olarak nitelendiğini ve Türkiye’nin de bunu kabul ettiği açıktır[6].
Hasan Başar tüm bu haklı gerekçelerle Ayasofya’nın hakkını savunmaya devam ediyor. 

Ayasofya’nın cami olması için dava açanlardan bir diğeri ise İsmail Kandemir. Kendisi Bursalı emekli bir öğretmen. 12 yıldır Ayasofya için hukuk mücadelesini sürdürmektedir. Tıpkı Hasan Başar gibi ilk müracaatını başbakanlığa yapıyor. Başbakanlıktan cevap gelmeyince ilgili bakanlar kurulu kararının resmi gazetede yayınlanmadığı ve burasının vakıf olması sebebiyle Danıştay’da dava açtı. Danıştay Ayasofya’nın 1985 yılında müze olduğu gerekçesiyle davayı reddetti. Ancak 1985 yılındaki kararla ilgili herhangi bir belge sunmadığından İsmail Kandemir bireysel başvuru hakkını kullanarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa Mahkemesi ise söz konusu dava dosyalarının davacı tarafından gönderilmediğini söyler. Bunun üzerine İsmail Kandemir belgeleri Bursa 1. İdare Mahkemesi vasıtasıyla belgeleri gönderdiğinin ispatını mahkemeye sunar ve kararın düzeltilmesi talebinde bulunur. 

İsmail Kandemir’in mücadelesi de tıpkı Hasan Başar’ın ki gibi devam etmektedir.
Ayasofya için verilen mücadeleler içinde sadece üçünü burada inceledik. Bizzat yargı önünde cereyan eden bu mücadeleler bizlere Ayasofya’nın hakiki ve hukuki durumunu göstermektedir.

Bu haklı davanın başarıya ulaşması duasıyla.

Ayasofya Dergisi Özel Sayısı
Şakir EKİNCİ-Temmuz 2017



[1] Yazı için bkz. Serdengeçti Neşriyatı No:21 Der: Av. Emin AKYÜZ Ankara/1959
[2] Serdengeçti Neşriyatı No:21 Ankara/1959 Shf:38
[3] Dava için 2012/8034 sayılı esas numarası. Danıştay 10. Dairesi.
[4] Kanun No: 2487 Neşir Tarihi 27 Teşrinisani 1934 Sayı 2865
[5] Açıklamalarla Eski Vakıf Hükümlerimiz ve Vakıflarla İlgili Bazı İnceleme ve Sorunlar-Ömer Hilmi Efendi Syf 293/2
[6] 6 Aralık 1985-Karar no:356 UNESCO

“ZAMANIN DEĞİŞMESİ İLE HÜKÜMLER DEĞİŞİR” Mİ?


Hızlı bir değişime şahit olduğumuz bu çağda, internetin de gelişmesiyle her türlü bilgiye vasıtasız bir şekilde ulaşılır olmuştur. Ancak bu bilginin akıl süzgecinden geçirilmeden paylaşılması, yine aynı şekilde inanılması, onarılması zor bağnazlıklara yol açmaktadır. Yada buna benzer şekilde, bilgiye ulaşıldığı anda, bilgiyi yorumlayacak bir bilgi olmadığı halde, akıl süzgecinden geçirdiğimizi sanarak, buna inanmamız yine bağnazlığa yol açmaktadır. İşte buna örneklerden ve sürekli bir kesim tarafından anlaşılmadan ve bilgisizce yorumlanan bir Mecelle hükmü:

Mecelle 39. madde: Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz.
Yani, zaman değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz.

Şuan modernist Müslümanlar diye tabir edilen kişiler tarafından, medyada paylaşılan ve üstünde bilgisizce fikir sahibi olunmaya çalışan bu hükmün doğru anlaşılması için şerhinden birkaç cümle yeterlidir:

“Ali Haydar Efendi (Ö. 1355/1936) Mecelle'nin bu maddesini şerh ederken, hükümlerin değişmesinin ancak örf ve âdete dayalı olan cüz'î meseleler ile ilgili olduğunu, genel hükümlerin ise her durumda sabit kalacağını belirtmiştir. Ali Haydar Efendi buna dair şu örneği verir: Mescide cemaatin bıraktığı mumun üçte biri yanmadan kalsa, mum sahibinin açık izni olmadıkça imam ve müezzin tarafından kullanılamaz. Ancak bu beldede, bu gibi artan mumu imam ve müezzinin alması örfleşmişse bu takdirde alıp kullanmaları caiz olur[1].”



[1] (Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Otuzdokuncû madde şerhi; Mes'ud Efendi, Mir'at-ı Mecelle, İstanbul 1299, s. 24).


ANAYASA MAHKEMESİ’NİN SON AYASOFYA KARARI

Geçtiğimiz günlerde Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği tarafından, Ayasofya’nın ibadete açılması için, Anayasa...